23 Kasım 2021 Salı

Güzel Zühre

 

“Turlar yapılırdı burada da, millet gezmeye giderdi Çanakkale’ye falan. Ben hiç gitmedim, ne işim var?” dedi. Keyfi bir yere gitmeyi kendine hiçbir zaman hak görmemişti ki...

Doğduğu günden beri sadece çalışmayı bilmişti. Tam anlamıyla dağın başındaki bir köyde, bol kardeşli bir evde, yokluğun içine açmıştı gözlerini. Ömrü boyunca Zehra deseler de ona, Zühre koymuşlardı aslında adını. Kim bilir belki bembeyaz teni, yeşil gözleriyle o karanlıkta zühre yıldızı gibi parladı diye ya da sadece öylesine…

Okula gidemedi Zühre… Çünkü kız çocukları okuyup da ne olacaktı? Onun yerine annesinden hamur açmayı öğrendi, oya yapmayı, hayvan bakmayı, bahçe çapalamayı öğrendi. Okumayı, yazmayı yıllar sonra kendi kendine öğrenecek kadar da zekiydi.

Bir gün annesi hastalandı. Büyümek zorunda kaldı Zühre. Gencecik omuzlarına koca bir evin yükü bindi. Oysa kim bilir ne hayalleri vardı Zühre’nin?

Annesi ölünce kaderi iyice çizildi, o da buna razı oldu. O artık kardeşleri için vardı. Karınlarını doyurdu, üstlerini başlarını yıkadı, kendi çok istediği halde gidemediği okullara yolladı… Köyden kasabaya taşındıklarında evlerinin karşısında bir okul vardı. Acaba kaç kere o okulun bahçesinde oynayan kardeşlerine iç geçirerek baktı?

Büyüdükçe güzelleşti Zühre, talipleri gelip gitmeye başladı. Hepsini geri çevirdi. Çünkü o ablaydı, kardeşleri vardı. Önce onlar kendilerini kurtarmalıydı.

Yıllar yılları kovaladı, abisi, kardeşleri, herkes kendi yolunu çizdi. 0 arada 28 yaşına geldi Zühre de. Köy yeri için evlenmeye geç bile kalmıştı. Bir gün bir denizci talibi çıkınca kardeşlerinden biri “Evlen artık abla” dedi, “Artık sen de bizi bırak, kurtar kendini…” Bu iyi huylu, pamuk bakışlı adama Zühre’nin kanı da bir kaynamıştı sanki, “Evet” dedi.

Evlendi Zühre. Bir sahil kasabasında bahçeli, iki katlı, ahşap bir eve gelin gitti. Ama dedim ya, onun kaderi çok önce çizilmişti. Burada da hasta baktı Zühre. Tarlaya gitti, inek sağdı, elleriyle dağ gibi çamaşırlar yıkadı, yemekler yaptı, misafirler ağırladı. Zaman içinde bir tane, bir tane daha derken beş tane çocukları oldu. Kocasını gemiye, uzun seferlere uğurlarken o hem çocuk büyüttü hem çalışmaya devam etti.

Yıllarca kardeşleri için yaşayan Zühre, bu sefer çocukları için yaşamaya başladı. Kardeşleri de onu hiç bırakmadı ama artık herkesin kendi hayatı vardı. Dört erkekten sonra beşinci çocuğu nihayet kız olurken neredeyse ölüyordu Zühre. Ama o çok güçlü bir kadındı, bir ucundan tuttu hayatı, bırakmadı.

Annesini kaybetti, babasını kaybetti, eşini kaybetti, ömrü boyunca bir sürü zorluk çekti ama bir kere bile ağlamadı Zühre, göz yaşını kimseye göstermedi. Elbette ki üzülmüştü kaybettiklerine ama hep bağrına taş basıp şükretti. Hiç daha fazlasını istemedi. Hiç “Önce ben” demedi. Hiç “Yeter” diyip isyan etmedi. Çünkü ona böyle öğretilmişti.

Yaşlandı zamanla Zühre. Çocukları evlendi, başka hayatlara savruldular. Yanında kalanı oldu, bayramda bile aramayanı oldu. Yanındakilerle avunurken uzaktakilere dertlenip iç çekti.            

40 küsür yıl bir sahil kasabasında yaşadı da Zühre, bir kere bile denize girmedi. Kendini bildi bileli çalıştı Zühre. Ama sırf kendi canı istedi diye bir şey alıp tek başına yemedi. Evinden uzağa benim de hakkım diyerek gezmeye gitmedi. Kendi dünyasıyla yetindi, dünyanın geri kalanında ne var hiç merak etmedi. Varsa yedi, yoksa neden yok demedi.

Şimdi 80 yaşında Zühre. Hep başkaları için yaşadı. Koca bir ömre bir sürü insan sığdırdı, bir sürü şey oldu. Evlat oldu, abla oldu, kardeş oldu, eş oldu, anne oldu, hala oldu, teyze oldu, babaanne oldu… Ama Zühre olamadı, hep Zehra olarak kaldı beyaz tenli, yeşil gözlü, güzel Zühre.



                                                                                                                  Herhangibiri / 23.11.2021

26 Ekim 2021 Salı

Nerede kaybettin hayallerini?

 

Tam olarak yolun neresinde kaybediyoruz hayal gücümüzü? Şimdi kısa bir an durup bu soruyu kendine sormanı istiyorum. Çocukken oynadığın oyunları düşün en azından.

Mesela biz kardeşimle bazen karşılıklı iki koltukta, denizin ortasında iki ayrı tahta parçasının üzerinde kalmış, ortadaki köpek balığına yem olmadan birbirini kurtarmaya çalışan iki maceraperesti oynardık.

Bazen bir yarışma programının içine koyardık kendimizi. Biz küçükken yanılmıyorsam Turnike diye bir yarışma vardı. Evdeki katalatik sobayı yarışmanın oynandığı stant yapardık. Bazen ben sunucu olurdum, bazen kardeşim. Sobanın üzerindeki düğmeler, yarışmada doğru cevabı vermek için kullanılan renkli butonları canlandırırdı. Programın gerçek sunucusu gibi soru kartları hazırlar, fıkralar anlatırdık. İki kişi olduğumuz için bütün yarışmacıları tek kişi oynardı.

Soğuk havalarda dışarda oynayamaz, camın kenarına otururduk. Dışardan geçen insanları izlerdik. Ben, sokaktaki insanları kukla yerine koyup konuştururdum. Benden beş yaş küçük kardeşim çok gülerdi buna. Bazen gelip “hadi abla, yine konuştur insanları” derdi.

Bazen de kardeşimle iki turist olur, güya sokakta karşılaştırdık. Birbirimize sözüm ona İngilizce abuk sabuk şeyler söyler, “sonra ne dedin?” diye sorar, dediği şeye göre aynı abuk sabuk sesler ile cevap verir, arkasından şunu dedim diye çeviri yapardık.

Ben küçükken bir defterim vardı. İçine öyküler yazardım. Dün gibi hatırlıyorum o defteri. Muhtemelen babamın iş için kullandığı, aslında başka bir işlevi olan bir şeyi, ben artık içime sığmayan hayal gücümü kaleme dökmek için kullanırdım.

Ama sadece bu değildim ben. Ben o yıllarda, hem yazar, hem senarist, hem yönetmen, hem sahne sorumlusu, hem mekan sahibi işletmeciydim. Doğduğum gecekondunun bir arka bahçesi vardı, oraya bir sahne yapmıştım. Mahalledeki çocukları toplar, onlara yazdığım öykülerden roller dağıtırdım. Bunu da işinin ehli bir yönetmen edası ile ciddiyetle yapardım. Sonra oyun için de biletler hazırlardım. O biletleri, başka mahallenin çocuklarına satar, sahneye de oyunu koyardım. Oyun bittikten sonra bilet satışı ile elde ettiğim geliri kendimce çok verimli kullanırdım. Gidip mahallenin sonundaki kebapçıdan lahmacun alır, oyuncularıma dağıtırdım. Bu, benim hayatta kazandığım ilk paraydı.

Hayatım boyunca da güzel yazdım aslında. Sözcükleri dans ettirmeyi hep sevdim. Hep en çok yazarken rahat hissettim. Küçükken yazdığım öykülerim nasıldı bilmiyorum ama öğrenciyken kompozisyonlarım hep güzeldi. Lisede edebiyat öğretmenimiz en yüksek not alan kompozisyonların sahiplerine ödül verirdi. İlk operaya, kendi yazdığım oyunları sergilediğim arka bahçemizdeki tiyatro sahnesi dışında ilk tiyatroya, ilk müzikale hep lisedeki edebiyat öğretmenimin ödülleri ile gittim. Büyülenmiş gibi sahneyi izlerken içimden geçirdiğim şeyi de çok iyi hatırlıyorum.  Ben bir gün ya o sahnede olmalıydım ya da o sahnede oyuncuların dudaklarından dökülen sözler benim kalemime ait olmalıydı. Ama olmadı…

Yolun neresinde kaybettim hayal gücümü bilmiyorum ama en son istemeden gittiğim üniversiteden anneme mektuplar yazdım. Belki ölmek üzere olan hayal gücümün son yakarışlarıydı, can çekişmeleriydi o yazılar.  

Sonra bir gün hiç fark etmeden bankacı oldum. Kendimi soğuk bir monitörün önünde, elimde hesap makinesi ile buldum. Kelimeleri bu kadar severken ironik bir şekilde sayıların esiri oldum. Bir süre daha elime kalem alıp mücadele ettim ama bir gün kalemin ucuna gelen kelimeler bana ait değilmiş gibi çıkmaya başlayınca durdum. Sadece durdum… Tam on yıl durdum. Sevmediğim bir işi yaparak, yazmanın verdiği mutluluğu asla vermeyen şeylerle uğraşarak öylece durdum. Yazmanın beni nasıl rahatlattığını tekrar hatırlayana, silkinip kendimi bulana, kendi elimi tutup “hatırla, bu sen değilsin” diyene kadar durdum. Değişime direnmeyip yeniden yol almaya başlayana kadar durdum.

Demem o ki ne kendi hayal gücünüze sınırlar koyun ne de çocuklarınıza yapın bu kötülüğü. Bazen kelimelerle taşar içinizden, bazen notalarla, bazen fırçalarla, bazen hikayeler anlatarak, bazen de bir çamura şekil vererek… Ama sınırı olmasın hiçbir şeyin.

Şimdi bunlar nereden geldi aklıma mesela. Geçen hafta bir arkadaşımla konuştum. Son yazdığım yazıyı okuduktan sonra aradı. Çok da güzel şeyler söyledi. Biraz çocukluktan konuştuk, yapmak istediklerimizden, yapamadıklarımızdan. Telefonu kapatırken “Yine yaz” dedi. O bunu dediğinde ben de dedim ki kendime “Peki Yıldız, tam olarak yolun neresinde kaybettin hayallerini?”




                                                                                                                Herhangibiri / 24.10.2021

18 Ekim 2021 Pazartesi

Benim güzel çocukluğum...

 

Ne zaman geldim bu yaşa? Nasıl bu kadar hızlı geçti zaman? 20’li yaşlardayken 40’lı yaşlar çok uzak görünürken, şimdi nasıl oldu da 60’ların korkusu sardı içimi.

İnsan yaş aldıkça içsel hesaplaşmaları daha çok yaşıyor galiba. Son zamanlardaki kendimi yargılamalarım hep bu yüzden sanırım. Geride bıraktıklarım, yanımda getirdiklerim, yolda ayrıldıklarım, ayrı düştüklerim, hala elini tuttuklarım… Hepsini çok sık düşünür oldum bir süredir.

Her insanın hayatı bir hikaye ve tam yazmayı öğrendim dediğimizde yolun sonuna yaklaşmış oluyoruz. Ve hayat da tam böyle bir şey aslında…

Ben şanslı azınlıktayım ki geriye dönüp baktığımda güzel bir çocukluk görüyorum. Varlıklı değil ama mutlu bir çocukluk. Hep gül bahçesinde geçen değil ama düşe kalka öğrendiğim, elimin hep tutulduğunu hissettiğim, güven içinde geçen bir çocukluk.

Çocukluğumla ilgili güzel fotoğraflar var aklımda. Mesela bir bayram sabahı, halamın evinde, bir sürü kuzen, amcamlar, neşeli bayram kahvaltıları, deniz kenarında milyon tane fotoğraf çekmeli-ki o zaman telefon ile değil makine ile çekip bastırırdık-, toplanıp mantı açmalı, tepsi tepsi baklava yemeli, gece için en az üç tane korku filmi alıp tam izlerken en heyecanlı yerinde bütün ısrarlarımıza rağmen odada uyuyan halamın ani horlaması ile yerimizden fırlamalı, kalabalık olduğumuzdan yer yatağı yapıp sıralanarak uyumalı, anne babalardan sabaha karşı yattığımızı saklamalı, bayramın son gününe kalmadan dönmek isteyen babaları son güne kadar kalmaya ikna etmeye çalışmalı… Böyle günlerde dünyadaki en mutlu insanlar biziz sanırdım. En güzel bizim bayramlarımızdı. En güzel bizim ailemizdi. En çok biz eğlendirdik. Şimdi bu fotoğraftan tek tek yüzler eksiliyor. Kalanlar yaşlanıyor. Kimisiyle fikirler yüzünden ayrı düşülüyor, kimisi ile hayat ayırıyor, kimisi ebediyen aramızdan ayrılıyor. Büyükler yaşlanıyor, küçükler ayrı ayrı hayatlara savruluyor. Ve ben çocukluğu çoktan geride bırakıp, orta yaşlılığın tadını çıkarıp, yaşlılığa doğru adım adım ilerliyorum. Zihnimde sık sık yazın bizi arkasında takıp denize götüren halamın “civcivlerim benim” deyişini canlandırıyorum. Oldukça iri kuzenimin araba lastiği kadar büyük pembe renkli can simidine hala gülüyorum. Utandığım için yanımızda götürmek istemediğim ekmek arası domates ve patates kızartmasını acıkınca nasıl iştahla yediğimizi hatırlıyorum. Bugüne kadar bir sürü güzel yerde, çok güzel yemekler yedim ve şimdi fark ediyorum ki o ekmek arası patates kızartmasının tadını asla bulamıyorum.

Evini getiriyorum gözümün önüne halamın. Gülünce yeşil gözlerinin içi gülen ama sert görünmek için gülmemeye çalışan, çocukluğu ayrı çileli, yetişkinliği ayrı çileli bembeyaz tenli, güzel halamın bahçeli, ahşap çerçeveli, yürürken gıcırdayan tahtaları olan, kızarmış ekmek kokusunun hala burnuma geldiği sobalı mutfaklı, eski ama güven veren evini düşünüyorum. En güzel bayramlarımın geçtiği, ne kadar güzel otelde kalırsam kalayım asla öyle tat alamadığım halamın, kışın buz gibi olsa da kalbimizi ısıtan sıcacık evini…

Ve şimdi bunları yazarken daha iyi anlıyorum ki hem halamı hem de o günleri çok özlüyorum. Geri gelemeyeceğini de biliyorum. Elimdeki tek teselli iyi ki öyle günler yaşamışız diyorum.



                                                                                                          Herhangibiri / 15.10.2021