26 Ekim 2021 Salı

Nerede kaybettin hayallerini?

 

Tam olarak yolun neresinde kaybediyoruz hayal gücümüzü? Şimdi kısa bir an durup bu soruyu kendine sormanı istiyorum. Çocukken oynadığın oyunları düşün en azından.

Mesela biz kardeşimle bazen karşılıklı iki koltukta, denizin ortasında iki ayrı tahta parçasının üzerinde kalmış, ortadaki köpek balığına yem olmadan birbirini kurtarmaya çalışan iki maceraperesti oynardık.

Bazen bir yarışma programının içine koyardık kendimizi. Biz küçükken yanılmıyorsam Turnike diye bir yarışma vardı. Evdeki katalatik sobayı yarışmanın oynandığı stant yapardık. Bazen ben sunucu olurdum, bazen kardeşim. Sobanın üzerindeki düğmeler, yarışmada doğru cevabı vermek için kullanılan renkli butonları canlandırırdı. Programın gerçek sunucusu gibi soru kartları hazırlar, fıkralar anlatırdık. İki kişi olduğumuz için bütün yarışmacıları tek kişi oynardı.

Soğuk havalarda dışarda oynayamaz, camın kenarına otururduk. Dışardan geçen insanları izlerdik. Ben, sokaktaki insanları kukla yerine koyup konuştururdum. Benden beş yaş küçük kardeşim çok gülerdi buna. Bazen gelip “hadi abla, yine konuştur insanları” derdi.

Bazen de kardeşimle iki turist olur, güya sokakta karşılaştırdık. Birbirimize sözüm ona İngilizce abuk sabuk şeyler söyler, “sonra ne dedin?” diye sorar, dediği şeye göre aynı abuk sabuk sesler ile cevap verir, arkasından şunu dedim diye çeviri yapardık.

Ben küçükken bir defterim vardı. İçine öyküler yazardım. Dün gibi hatırlıyorum o defteri. Muhtemelen babamın iş için kullandığı, aslında başka bir işlevi olan bir şeyi, ben artık içime sığmayan hayal gücümü kaleme dökmek için kullanırdım.

Ama sadece bu değildim ben. Ben o yıllarda, hem yazar, hem senarist, hem yönetmen, hem sahne sorumlusu, hem mekan sahibi işletmeciydim. Doğduğum gecekondunun bir arka bahçesi vardı, oraya bir sahne yapmıştım. Mahalledeki çocukları toplar, onlara yazdığım öykülerden roller dağıtırdım. Bunu da işinin ehli bir yönetmen edası ile ciddiyetle yapardım. Sonra oyun için de biletler hazırlardım. O biletleri, başka mahallenin çocuklarına satar, sahneye de oyunu koyardım. Oyun bittikten sonra bilet satışı ile elde ettiğim geliri kendimce çok verimli kullanırdım. Gidip mahallenin sonundaki kebapçıdan lahmacun alır, oyuncularıma dağıtırdım. Bu, benim hayatta kazandığım ilk paraydı.

Hayatım boyunca da güzel yazdım aslında. Sözcükleri dans ettirmeyi hep sevdim. Hep en çok yazarken rahat hissettim. Küçükken yazdığım öykülerim nasıldı bilmiyorum ama öğrenciyken kompozisyonlarım hep güzeldi. Lisede edebiyat öğretmenimiz en yüksek not alan kompozisyonların sahiplerine ödül verirdi. İlk operaya, kendi yazdığım oyunları sergilediğim arka bahçemizdeki tiyatro sahnesi dışında ilk tiyatroya, ilk müzikale hep lisedeki edebiyat öğretmenimin ödülleri ile gittim. Büyülenmiş gibi sahneyi izlerken içimden geçirdiğim şeyi de çok iyi hatırlıyorum.  Ben bir gün ya o sahnede olmalıydım ya da o sahnede oyuncuların dudaklarından dökülen sözler benim kalemime ait olmalıydı. Ama olmadı…

Yolun neresinde kaybettim hayal gücümü bilmiyorum ama en son istemeden gittiğim üniversiteden anneme mektuplar yazdım. Belki ölmek üzere olan hayal gücümün son yakarışlarıydı, can çekişmeleriydi o yazılar.  

Sonra bir gün hiç fark etmeden bankacı oldum. Kendimi soğuk bir monitörün önünde, elimde hesap makinesi ile buldum. Kelimeleri bu kadar severken ironik bir şekilde sayıların esiri oldum. Bir süre daha elime kalem alıp mücadele ettim ama bir gün kalemin ucuna gelen kelimeler bana ait değilmiş gibi çıkmaya başlayınca durdum. Sadece durdum… Tam on yıl durdum. Sevmediğim bir işi yaparak, yazmanın verdiği mutluluğu asla vermeyen şeylerle uğraşarak öylece durdum. Yazmanın beni nasıl rahatlattığını tekrar hatırlayana, silkinip kendimi bulana, kendi elimi tutup “hatırla, bu sen değilsin” diyene kadar durdum. Değişime direnmeyip yeniden yol almaya başlayana kadar durdum.

Demem o ki ne kendi hayal gücünüze sınırlar koyun ne de çocuklarınıza yapın bu kötülüğü. Bazen kelimelerle taşar içinizden, bazen notalarla, bazen fırçalarla, bazen hikayeler anlatarak, bazen de bir çamura şekil vererek… Ama sınırı olmasın hiçbir şeyin.

Şimdi bunlar nereden geldi aklıma mesela. Geçen hafta bir arkadaşımla konuştum. Son yazdığım yazıyı okuduktan sonra aradı. Çok da güzel şeyler söyledi. Biraz çocukluktan konuştuk, yapmak istediklerimizden, yapamadıklarımızdan. Telefonu kapatırken “Yine yaz” dedi. O bunu dediğinde ben de dedim ki kendime “Peki Yıldız, tam olarak yolun neresinde kaybettin hayallerini?”




                                                                                                                Herhangibiri / 24.10.2021

18 Ekim 2021 Pazartesi

Benim güzel çocukluğum...

 

Ne zaman geldim bu yaşa? Nasıl bu kadar hızlı geçti zaman? 20’li yaşlardayken 40’lı yaşlar çok uzak görünürken, şimdi nasıl oldu da 60’ların korkusu sardı içimi.

İnsan yaş aldıkça içsel hesaplaşmaları daha çok yaşıyor galiba. Son zamanlardaki kendimi yargılamalarım hep bu yüzden sanırım. Geride bıraktıklarım, yanımda getirdiklerim, yolda ayrıldıklarım, ayrı düştüklerim, hala elini tuttuklarım… Hepsini çok sık düşünür oldum bir süredir.

Her insanın hayatı bir hikaye ve tam yazmayı öğrendim dediğimizde yolun sonuna yaklaşmış oluyoruz. Ve hayat da tam böyle bir şey aslında…

Ben şanslı azınlıktayım ki geriye dönüp baktığımda güzel bir çocukluk görüyorum. Varlıklı değil ama mutlu bir çocukluk. Hep gül bahçesinde geçen değil ama düşe kalka öğrendiğim, elimin hep tutulduğunu hissettiğim, güven içinde geçen bir çocukluk.

Çocukluğumla ilgili güzel fotoğraflar var aklımda. Mesela bir bayram sabahı, halamın evinde, bir sürü kuzen, amcamlar, neşeli bayram kahvaltıları, deniz kenarında milyon tane fotoğraf çekmeli-ki o zaman telefon ile değil makine ile çekip bastırırdık-, toplanıp mantı açmalı, tepsi tepsi baklava yemeli, gece için en az üç tane korku filmi alıp tam izlerken en heyecanlı yerinde bütün ısrarlarımıza rağmen odada uyuyan halamın ani horlaması ile yerimizden fırlamalı, kalabalık olduğumuzdan yer yatağı yapıp sıralanarak uyumalı, anne babalardan sabaha karşı yattığımızı saklamalı, bayramın son gününe kalmadan dönmek isteyen babaları son güne kadar kalmaya ikna etmeye çalışmalı… Böyle günlerde dünyadaki en mutlu insanlar biziz sanırdım. En güzel bizim bayramlarımızdı. En güzel bizim ailemizdi. En çok biz eğlendirdik. Şimdi bu fotoğraftan tek tek yüzler eksiliyor. Kalanlar yaşlanıyor. Kimisiyle fikirler yüzünden ayrı düşülüyor, kimisi ile hayat ayırıyor, kimisi ebediyen aramızdan ayrılıyor. Büyükler yaşlanıyor, küçükler ayrı ayrı hayatlara savruluyor. Ve ben çocukluğu çoktan geride bırakıp, orta yaşlılığın tadını çıkarıp, yaşlılığa doğru adım adım ilerliyorum. Zihnimde sık sık yazın bizi arkasında takıp denize götüren halamın “civcivlerim benim” deyişini canlandırıyorum. Oldukça iri kuzenimin araba lastiği kadar büyük pembe renkli can simidine hala gülüyorum. Utandığım için yanımızda götürmek istemediğim ekmek arası domates ve patates kızartmasını acıkınca nasıl iştahla yediğimizi hatırlıyorum. Bugüne kadar bir sürü güzel yerde, çok güzel yemekler yedim ve şimdi fark ediyorum ki o ekmek arası patates kızartmasının tadını asla bulamıyorum.

Evini getiriyorum gözümün önüne halamın. Gülünce yeşil gözlerinin içi gülen ama sert görünmek için gülmemeye çalışan, çocukluğu ayrı çileli, yetişkinliği ayrı çileli bembeyaz tenli, güzel halamın bahçeli, ahşap çerçeveli, yürürken gıcırdayan tahtaları olan, kızarmış ekmek kokusunun hala burnuma geldiği sobalı mutfaklı, eski ama güven veren evini düşünüyorum. En güzel bayramlarımın geçtiği, ne kadar güzel otelde kalırsam kalayım asla öyle tat alamadığım halamın, kışın buz gibi olsa da kalbimizi ısıtan sıcacık evini…

Ve şimdi bunları yazarken daha iyi anlıyorum ki hem halamı hem de o günleri çok özlüyorum. Geri gelemeyeceğini de biliyorum. Elimdeki tek teselli iyi ki öyle günler yaşamışız diyorum.



                                                                                                          Herhangibiri / 15.10.2021